Dillere Destan; Nazım Hikmet Ve Piraye Aşkı

Dillere Destan; Nazım Hikmet Ve Piraye Aşkı içeriğini okuyabilir, Gaziantep.com Genel kategorisinde yer alan Dillere Destan; Nazım Hikmet Ve Piraye Aşkı yazısını değerlendirebilir ve yorum yazabilirsiniz.

Dillere Destan; Nazım Hikmet Ve Piraye Aşkı

Nazım Hikmet ve Piraye'nin biraz mutlu diğer kısımları hüzün ve özlemle geçen dillere destan, hikayesini sizlerle tüm ayrıntılarıyla beraber paylaştık.

Hayatından pek çok kadın geçmiş, kendisini pek çok aşkın içerisinde bulmuş bir adam Nazım Hikmet Ran. Bu yazımızda sizler için en bilinen şiirlerini uğruna kaleme aldığı, en uzun süre evli kaldığı kadınla, kendi deyimiyle Hatçe’si, kalbinin kızıl saçlı bacısıyla arasındaki masalsı aşkı inceledik. Nazım Hikmet ve Piraye’nin aşkından bahsetmeden önce, tanıştıkları zamana kadarki yaşantılarına ufak bir göz atmak, içinde bulunulan şartları anlamak için o dönemlerde ikilinin hayatlarının gidişatına bakmak gerekiyor. Piraye’nin tam adı Hatice Piraye, 23 Aralık 1906’da doğdu. Henüz 16 yaşındayken, Bursa’da halasının evine konuk olarak gittiği bir gün karşılaştığı Vedat Örfi’yle hızla gelişen olaylar sonucu evlendiler. Vedat Örfi, sanata olan bağı kuvvetli, genç, gazetecilik yapan, roman yazan, tiyatrolarda oynayan bir genç. 1923’te ilk çocukları doğuyor, Suzan. Piraye ikinci hamileliğini yaşarken, Vedat Örfi piyanist olmak istiyor ve kendisine üçlü bir grup oluşturarak Paris’e konserler vermeye gidiyor. Çocuklarına iyi bir gelecek hazırlamak, zengin, çok zengin olmak hayalinde. Lakin işler pek istediği gibi gitmiyor. Paris’te verdiği alaturka konserlerin yanısıra birkaç filmde oynamış ve film sektörü-yönetmenlik hakkında epey bilgi sahibi olmuş. Bu bilgileri sinemanın daha yeni yeni gelişmekte olduğu bir başka ülkede uygulamaya dökerek iyi bir konuma geleceği hayaliyle Mısır’a geçmiş. Bu sırada Piraye ise ikinci doğumunu yapmış, doğan çocuğa Memet ismini koymuştu. Çok uzaklarda olan kocasını bekleyecekti ama bu bekleme 4 sene kadar sürecekti. Piraye, sonunda evlilikten ve kocasından umudunu kesmiş bir halde Kadıköy’e, annesinin yanına taşındı. Nazım ise bu senelerde, çocukluk arkadaşı olan Nüzhet Hanım’la, Moskova’da evlenmiş, iki yıl sonunda özellikle Nüzhet Hanım’ın ailesinin yaptığı baskı nedeniyle ayrılma kararı alınmış, Nazım bunun üzerine kendisiyle özdeşleşen Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri şiirini kaleme almış ve İstanbul’a, ailesinin yanına dönmüştür. İkilinin tanışması ise 1930 yılında, Piraye’nin, Nazım’ın kardeşi Samiye ile arkadaş olması aracılığıyla gerçekleşti. Nazım; bu kırmızı saçlı, bembeyaz genç kadını gördükten sonra yakınlaşma yolları arar oldu. Önlerindeki 1 yıl boyunca Piraye ile resmen kovalamaca oynadılar. Piraye; henüz ülkeye dönmeyen kocasından boşanamamış, 2 çocuğu olan bir kadındı. Nazım’ın annesi bu nedenden Piraye’yi katiyyen istemiyordu. Nazım ise, işsiz, komünist bir şairdi ve Piraye’nin ailesi de Piraye’nin gençliği sona ermeden, varlıklı bir adamla, düzgün bir evlilik yaparak kendisinin ve çocuklarının hayatını garantiye almasını istiyorlardı. İki ailenin olumsuz görüşleri ve Piraye’nin kaçışlarıyla savaşan Nazım, ustaca kullandığı dili, şiirleri ve hislerini muazzam şekilde ifade etmesiyle bu savaşı bir senenin sonunda kazanarak Piraye’yi ikna etti. Nazım’ın Piraye’ye yazdığı ilk şiir ise Mor Menekşe, Aç Dostlar ve Altın Gözlü Çocuk olarak gösteriliyor. “ … Kızım, annem, karım, kardeşim sen Başında güneşler esen Altın gözlü çocuk, Altın gözlü çocuğum benim; deli çığlıklar atıp avaz avaz burnumun dibinden gelip geçti de yaz, ben, bir demet mor menekşe olsun getiremedim sana! Ne haltedek, dostların karnı açtı kıydık menekşe parasına! “ İkili, 1932 senesinde evlenmeye karar verdiler. Öncelikle, iki aile hep beraber 12 odalı bir köşke yerleştiler. Akşamları Nazım’ın arkadaşları gidip geliyor, masalarından kahkahalar eksik olmuyordu. Biraz para sıkıntısı biraz da gelecek kaygısı güttükleri; lakin huzur dolu oldukları zamanlardı. Fakat Piraye, henüz Vedat Örfi’den ayrılamamıştı. Bu süreç nihayet 13 Eylül 1932’de son bulacak ve boşanmaları gerçekleşecekti. Her şeyin tamam olduğu düşünülen bir zamanda, savcılık tarafından önce “Gece Gelen Telgraf” isimli kitap için toplatma kararı çıkarıldı, bu karardan 2 hafta sonra ise Nazım tutuklandı. Art arda açılan davalar sonucunda Nazım’a idam talebiyle başlayan davada, 5 yıl ağır hapis cezası verildi sonradan bu ceza, bağışlama yasasıyla 1 yıla kadar düşürüldü. Zaten içeride 1,5 yıla yakın süredir yatan Nazım, bu sayede serbest bırakıldı. İçeride kaldığı zamanlarda Nazım’ın Piraye’ye yazdığı bir mektup şöyle: Bir tanem! Son mektubunda: ‘Başım sızlıyor yüreğim sersem! ‘ diyorsun. ‘Seni asarlarsa seni kaybedersem; diyorsun; ‘yaşayamam! ‘ Yaşarsın karıcığım, kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda; yaşarsın kalbimin kızıl saçlı bacısı en fazla bir yıl sürer yirminci asırlarda ölüm acısı. Ölüm bir ipte sallanan bir ölü. Bu ölüme bir türlü razı olmuyor gönlüm. Fakat emin ol ki sevgilim; zavallı bir çingenenin kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli geçirecekse eğer ipi boğazıma, mavi gözlerimde korkuyu görmek için boşuna bakacaklar Nazıma! Ben, alaca karanlığında son sabahımın dostlarımı ve seni göreceğim, ve yalnız yarı kalmış bir şarkının acısını toprağa götüreceğim… Karım benim! İyi yürekli altın renkli, gözleri baldan tatlı arım benim: ne diye yazdım sana istendiğini idamımın, daha dava ilk adımında ve bir şalgam gibi koparmıyorlar kellesini adamın. Haydi bunlara boş ver. Bunlar uzak bir ihtimal. Paran varsa eğer bana fanila bir don al, tuttu bacağımın siyatik ağrısı, Ve unutma ki daima iyi şeyler düşünmeli bir mahpusun karısı.

Nazım Hikmet-Karıma Mektup (Bursa Hapishanesi-11 Kasım 1933)

Ağustos 1934’te salınan Nazım, İstanbul’a döndü. 31 Ocak 1935’te kimselere haber vermeden Piraye’yle evlendiler ve İstanbul’a yerleştiler. Nazım, önceden de çalıştığı İpek Film Stüdyosu’nda çalışıyor, takma bir isimle yazılar yazmaya devam ediyor ve biraz daha fazla para kazanma amacıyla gazetelerde de ufak yazılar yazıyordu. Stüdyo ve o sıralarda yaşadıkları Erenköy’deki evleri birbirine çok uzak olduğundan önce Cihangir, sonra Nişantaşı’na yerleştiler. Düzenleri oturmaya başlamış, Mehmet ilkokulu bitirmiş, Suzan ise Robert Koleji’ne yazılmıştı. Her şey yolunda gidiyordu, ta ki 17 Ocak gecesine kadar. 17 Ocak 1938 gecesi Nazım, halasının oğlunun evinden polisler tarafından alınarak Ankara’ya götürüldü. Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından hızla yargılanarak kanıtlanmış herhangi bir suçu yokken, komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle,19 Mart 1938’de saat tam 10’da 15 yıl cezaya çarptırıldı. 28 Mayıs’ta ise bu ceza askeri Yargıtay tarafından onaylandı. Böylece Piraye ve Nazım arasında tam on iki yıl sürecek olan mektuplaşmalar başlamış oldu. Piraye, 1933’ten 1950’ye kadar Nazım’ın yazmış olduğu mektupların tamamını tahta bir bavulda saklayacak ve Piraye’nin ölümünden sonra bulunan bu mektuplar bizlerin bu aşkı daha yakından tanımasına ve görmesine imkan sağlayacaktı. Nazım, içerdeyken yazdığı şiirleri Piraye’nin eleştirmesini ve yorumlamasını isteyecek, Piraye ise sonsuz bir sadakat ve sabırla Nazım’ın çilesine ortak olacak, durumundan bir kez olsun şikayet etmeden onu beklemeyi ve mektuplarla avunmayı seneler boyu sürdürecekti. “Bu sana yazdığım dördüncü şiirdir: Yalnız birinden bahsettin. Öteki üçünü beğenmedin mi yoksa? Lütfen her dördü hakkında fikrini yaz. Daha doğrusu son üçü hakkında. Çünkü birincisini beğendiğini söylemiştin” Böylece seneler, iki aşığın gönüllerindeki özlemi mektuplar, şiirler yazarak bastırmaya çalışmasıyla, geride duyguların belki de en saf halleriyle dolup taşan onlarca kağıt bırakarak geçip gitti. 1948 yılı başında, Nazım Hikmet Bursa Cezaevinde yatarken, ziyaretine dayısının kızı Münevver Berk geldi. Münevver o zamanlar 31 yaşındaydı. Bir ressamla evliliği ve bu evlilikten de bir kızı vardı. Hem evli hem de akraba olmalarına rağmen bu görüşme ikisinin arasında bir aşkın başlamasına neden oldu. Nazım, kendisinden 16 yaş küçük olan Münevver’e aşık olmuştu. Piraye ise aylardır Nazım’ı ziyarete gelememişti. Nazım sonunda uzun yıllarını geçirdiği, cezaevinde kendisine en büyük desteği veren, ona mektuplar, umutlar, giysiler taşıyan eşi Piraye’den ayrılma kararı aldı. Cumhuriyetin 15. yıl dönümünde doğan af umuduyla, Münevver’i eşinden boşanmaya ikna etti ve Kasım 1948’de, Piraye’ye ayrılmak istediğine dair bir mektup yolladı. Afla beraber Nazım cezaevinden çıktıktan sonra, Münevver de eşinden boşanacak ve birlikte yeni bir hayata başlayacaklardı.

Piraye

Aramızdaki münasebetlerden birisi olan fakat zaten bilfiil çoktandır mevcut bulunmayan ve daha senelerce de mevcut olamayacağı anlaşılan karı kocalık münasebetimizi, kadın erkek münasebetimizi tasviye etmemiz, kesmemiz gerekiyor. Bunun icap ettiğini uzun muhakemelerden nefsimle yaptığım işkenceli müsahabelerden sonra anladım. Ve sana bir gün bile fazla yalan söylememek için bu münasebetin artık kesilmesi gerektiğini işte hemen yazıyorum. Sen yine benim en yakın insanımsın. En yakın dostum ve arkadaşımsın. Çocukların çocuklarımdır. Bu tarafımızda hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanıyorum. Fakat artık karı kocalığımız devam edemez. Bu bağımızı bağlarımızdan ancak bir tanesi olan bu münasebetimizi kesmemiz lazım geliyor. Sana yolladığım bu mektupla beraber ben karı koca münasebetimizin kesilmesi için gereken yerlere müracaatımı da yapmış bulunacağım. Bütün bu olan biten şeye rağmen yakın iki insan olarak kalacağımızı biliyorum. Benim başım sıkıştığı zaman hapiste olayım, dışarda olayım yine sana koşacağım. Sen de öyle bana koşacaksın. Ömrümün en güzel senelerini, en iyi eserlerini sana borçluyum. Onlar manen ve maddeten senindir. Şimdilik Allaha ısmarladık. Beni affet bile demiyorum. Her şeye rağmen beni herkesten ziyade anlayacak olan insanın yine sen olduğuna eminim. Ellerinden öperim.

Nazım Hikmet

Bu haber, hasta bir çocukla beraber İstanbul’da bir başına yoksulluk ve daha pek çok sıkıntıyla boğuşan Piraye için adeta bir yıkımdı. Bunca yıl umutla sevdiği adamın içeriden çıkmasını bekleyen, sadece eline ulaşan mektuplarda özlemini duyduğu bütün duyguları arayıp bulduğu adam, ayrılmayı istiyordu. Piraye, zeki bir kadındı ve bu mektuptan sonra Nazım’ın hayatında bir başka kadın olduğunu anlamıştı. İlk celsede boşanmaya kararlıydı fakat davanın Nazım tarafından açılmasını bekliyordu. Nazım’ın yeni aşık olduğu kadını bulma umuduyla Nazım’ın arkadaşlarına telefonlar etti fakat bu çabası karşılıksız kaldı. Münevver ise kocasından ayrılmak için affın gerçekleşmesini bekliyor ve bu arada sık sık Bursa’ya gelip gidiyordu. Fakat bekledikleri şey olmadı, af gerçekleşmedi. Nazım’ın cezaevinden çıkamayacağını anlayan Münevver, Nazım’la sonu belirsiz bir maceraya atılmayı göze alamadı ve boşanma düşüncesini kafasından atarak eşine geri döndü. Nazım bu olayın ardından yeni aşkını kaybetmişti. Üstelik kendine güvenen, inanan, sonsuz bir sadakatle yıllarca ondan desteğini ve aşkını esirgemeyen Piraye’den de olmuştu. Kime güveneceğini, kimden destek alacağını şaşıran Nazım büyük bir pişmanlık içinde Piraye’ye yeniden mektuplar yazmaya başladı. Piraye’ye yazdığı ikinci mektupta şöyle diyordu Nazım:

Pirayem Kızıl saçlı bacım benim,

Seni arkadan bıçakladım. Bir damlası benim damarlarımdaki bütün kana bedel kanınla boyandı ellerim. Yeryüzündeki hiçbir insan hiçbir insana benim sana yaptığım kötülüğü yapmamıştır. Bütün bunlara rağmen gel. Sana “Gel” diyecek kadar yüzsüz ve alçaksam ne halt edeyim öyleyim işte. Fakat gel. Oğlumuz Memet’in başı için gel ve ben kalan ömrümde ona layık bir baba olmak fırsatını kazanabileyim. Senin yüzüne nasıl bakabileceğimi bilemiyorum. Seninle karşılaştığım anda ayaklarının dibine yıkılacağım belki. Belki de sadece bayrağını kendi eliyle düşmana teslim etmiş bir hainin cesaretiyle yüzüne bakmaya çalışacağım. Belki de tek kelime söylemeden gözlerimi iskarpinlerine dikip oturacağım. Fakat gel. Hayatım yalnız kendime ait olsaydı gebermeyi çoktan tercih ederdim. Kendi ferdiyetimden, fizyolojimden, kafamın deli hasta tarafından öylesine nefret ediyorum. Fakat yaşamam lazım. Beni affetmek için değil, beni oğlumuz, kızımız ve onlar gibi iyi namuslu insanlarımız için yaşatmak için gel ve bir daha da yalnız bırakma. Eteklerinden öperim. Fakat yazmış olduğu pişmanlık dolu mektuplarına cevap alamadı. Çareyi Piraye’nin oğlu Memet’e mektuplar yazmakta buldu. Piraye’nin de bu mektupları okuyacağını düşünüyor, Piraye’ye söylemek istediklerini mektubun satır aralarına ustalıkta sıkıştırıyordu Nazım. Yine de cevap gelmiyordu. Cezaevinde yattığı seneler boyunca yaşadıklarına dayanma gücü oldukça azalan Nazım, kendisini ziyarete gelenlere Piraye eğer ziyaretine gelmezse intihar edeceğini söylüyor, Piraye’ye ulaşmanın yollarını arıyordu. Piraye bütün bunlara dayanamayarak birgün çocuklarını da alıp Nazım’ı ziyaret etti fakat bu buluşma Nazım’ın istediği şekilde gitmemişti. Bu buluşmadan sonra ara ara mektuplaşsalar da, 1950 senesinde bir daha bir araya gelmeyecekleri kesinleşmiş oldu. Nazım, 1950’nin şubat ayında serbest bırakılmak için açlık grevine başladı. Bir süre sonra sağlığının da kötüye gitmesiyle hastaneye yatırıldı. O zamanlarda özel bir afla mahpushaneden çıkabileceğini düşünen Nazım tekrar Münevver’le görüşmeye başlamıştı. Piraye ise bu durumdan haberdardı ve eğer cezaevinden çıkarsa kalabileceği bir yerin olduğunu söylemek üzere hastaneye Nazım’ı ziyarete gitti. Tam bu konuşma sırasında, görüşme odasının kapısı açılıp içeriye Nazım’ın kız kardeşi, Münevver’le beraber girdiği anda Piraye bütün olanları anladı. Bir bahane bularak apar topar odadan çıktılar. Bu, Nazım’ın Piraye’yi son görüşü oldu. Nazım, ilk açlık grevi sonrasında oyalandığını fark ederek tekrar greve başlamıştı. Bu sırada seçimler yapılmış, bir süre sonra da mahkum cezalarındaki indirimi düzenleyen madde genişletilmişti. Bu sayede Nazım cezaevinden 14 Temmuz 1950’de, tam 13 yıl sonra çıkmış oldu. Grevlerin etkisiyle yıpranmış olan Nazım’ın yanında Münevver vardı. İkili, beraber bir eve çıktılar. Nazım, Piraye’den hâlâ boşanmış değildi. Bu boşanma 23 Mart 1951 tarihinde gerçekleşti. Bu olaydan 3 gün sonra ise Münevver bir erkek çocuğu dünyaya getirdi. Nazım; bu çocuğun ismini, ironik bir şekilde Mehmet koydu. Piraye, ayrılıklarından sonra Nazım’la ilgili hiçbir gazeteciye tek bir söz söylememiş, başka bir evlilik yapmamış, Nazım’a dair ne varsa ölene kadar kendisiyle saklamıştır. Yalan yanlış şeyler yazılmasına tepki veren oğlu Memet Fuat’ı “Kim ne derse desin” diyerek susturmuştur. Piraye’nin hayattayken yayımlanmasına katiyen izin vermediği Nazım’dan gelen mektupları, oğlu Memet Fuat, Piraye’nin ölümünden üç yıl sonra yayımladı. Bu sayede Nazım’ın hayatındaki bilinmeyenler ve Piraye’yle yaşamış oldukları aşkın da bilinmeyen yönleri açıklığa kavuşmuş oldu.

Dillere Destan; Nazım Hikmet Ve Piraye Aşkı içeriği, 04 Mart 2019 tarihinde biadana.com sitesinin Yaşam bölümüne eklenmiştir.

DEĞERLENDİRME 3.0

İçeriği Nasıl Buldunuz?

Captcha