Bir kişinin genellikle nedenini bilmediği ya da çok az bildiği iç çatışmalar ile birlikte, toplumsal yaşama uymak için gösterdiği çabalardan kaynaklanan ve hiçbir anatomik, fiziksel nedeni olmayan ciddi ve sürekli davranış bozukluklarına nevroz denir.
Nevrozlar çok çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilirler ve içinde yaşanılan topluma göre değişiklik gösterirler. En belirgin ve yaygın nevrozlar, kişilik bozukluğuna bağlı öfke, saldırganlık, olgun olamama yaşça küçük hissetme hali, abartılı suçluluk ya da sorumluluk duygusu, cesaretsizlik ya da aşırı cesaret… vs. dir. Bunlardan hariç olarak hastanın kendini hasta hissetmesine bağlı olarak uykusuzluk ile birlikte gelen güçten düşme, bedenle ilgili işlevsel bozukluklar, cinsel bozukluklar, ve insan ilişkilerinde yaşanan sıkıntılar… sayılabilir. Nevrozlu bir kişi, psikoza yakalanan, yani düşünce ve duyguları çok ağır bir şekilde bozulan, deforme olan bir hastaya göre, zaman zaman yaşadığı bunalım nöbetleri dışında günlük yaşamını sürdürebilir. Hasta günlük yaşamını meslek hayatını, sosyal yaşamını sürdürebilse de bu, hastayı yıpratan bazı ödün vermelere, “kendini kasmalara” neden olur. Psikanalizmden esinlenerek nevrozlar iki gruba ayrılabilir; nevroza neden olan travmanın, içinde bulunulan zamandan kaynaklanan güncel nevrozlar ve kişiyi etkileyen uzak geçmişteki bir olaydan kaynaklanan nevrozlar. Güncel nevrozların başlıcaları bunalım nevrozları ve psikastenidir. Psikasteni, ruhi ıstıraplar ve korkularla kendini gösterir. Psikasteni hastası insan saçma fobiler geliştirip, isteği dışında bazı düşünceler geliştirir. Bu düşünceler hastaya göre yanlış veya yersizdir ve giderek artar,hastaya büyük bir sıkıntı verir. Sıkıntılar o derece ilerler ki hasta düşüncelerinin yersiz ve asılsız olduğunu bile bile onları kafasından atamaz. Freud’a göre güncel nevrozların temel etkeni, doyuma ulaşamamış cinsel dürtülerdir. En iyi bilinen uzak geçmiş odaklı nevrozlar arasında da saplantı nevrozu, korku nevrozu ve isteri vardır. Saplantı nevrozu hastada gülünç ve tehlikeli davranışlar biçiminde ortaya çıkar. Hasta bir şeye saplantı duyar ve bu saplantıya bağlı olarak bu davranışları sergiler, saplantısından kurtulmak için bir dizi yollara ( aşırı yıkanma, saçma denetimler, büyü yaptırma… vs) başvurur. Korku nevrozunda nedensiz bir korku söz konusudur. Ve korkulan şeye ait bir görüntü, bir koku.. herhangi bir şey hastaya krizler geçirtebilir. Korkulan şey, herhangi bir şey ya da durum olabilir. Korku nevrozu saplantı nevrozundan farklıdır; saplantı nevrozunda saplantıya yol açan nesnenin gerçek varlığı bulunmadığında nevroz görülebilir ama korku nevrozunda korkuya ait şey lazımdır. Hemen hemen her nevroz tartışması Freudcu açıklama ile karşılaştırılarak yapılır. Charcot’ ya göre nevroz, “sinir sistemine yerleşen, insan üzerinde farkedilebilir fiziksel bir iz bırakmayan, öldürücü bir durumdur” Nevrozlar hakkında pek çok kuram, açıklama tanım vs yapılmaya çalışılmıştır fakat bu konuda Freud bariz bir üstünlüğe sahiptir. Freud’un üstünlüğü, nevroz belirtilerinin bir anlamı olduğunu, yani bu belirtilerin başka olaylarla ilgili olduğunu ve bu olaylarla ilişki kurulabileceğini farketmek olmuştur. Freud başlangıçta, nevrozla ilgili araştırmanın kişiyi “köklü ruhsal bir travma”ya yönelteceğini düşündü ve nevrozu bu ilk ruhsal yaralanmanın kalıcı etkisi olarak gördü. Ancak hasta ile konuşma sırasında belirtilen sahnelerin hemen hemen tümünün kurmaca olduğu ortaya çıktı.
Nevrozların Tedavisi:
Her türlü psikanaliz tedavisinin amacı kişinin “daha iyi çalışması”dır. Bedene yönelik tedaviler (sakinleştiriciler, çeşitli ilaçlar) nevrozların tedavisinde ancak bir dayanak noktası işlevi görürler. Klasik psikanaliz tedavisinde hastalığa neden olan bastırılmış düşünceler ya da olaylar gün ışığına çıkartılır. Hastalara grup tedavisi de denenebilir. Nevrozların incelenmesi, hastalık olarak kabul edilip tedavi edilmesi tıp tarihi için olduğu kadar uygarlık tarihi için de önemlidir. Böylece ruhbilime olduğu kadar, genel tıbba da psikomatik yöntemlerin hemen hemen sınırsız olan bakış açısı geliştirilmiş ve nevrozun doğuştan bir kusur ya da iyileştirilemez bir hastalık olmadığı anlaşılmıştır.